Mali Bağımsızlığın Bedeli ve Dersi

MALİ BAĞIMSIZLIK

Tarih sadece savaşlarla, zaferlerle ya da kahramanlık hikâyeleriyle dolu bir anlatı değildir. Aynı zamanda ekonomik tercihlerle, yapılan hatalarla, ihmal edilen gerçeklerle de yazılır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine baktığımızda, işte tam da böyle bir yüzleşmeyle karşı karşıya kalırız. Sultan II. Abdülhamid’in uzun ve sancılı iktidar yılları, yalnızca toprak kayıplarıyla değil, aynı zamanda mali bağımsızlığın da yitirilmesiyle tarihe geçti.

Osmanlı’nın dış borç hikâyesi, 1854’te Abdülmecid döneminde Kırım Savaşı’nı finanse etmek için alınan ilk borçla başladı.

Ne var ki bu borçlar üretken yatırımlara değil, gösterişli saraylara, verimsiz harcamalara aktı.

Sadece dış borçlar değil, Galata bankerlerinden alınan iç borçlar da hazinenin sırtına yük bindirdi. Ve sonunda, 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sonrası borçlar ödenemez hâle gelince Osmanlı Devleti iflasını ilan etmek zorunda kaldı.

İflasın adı moratoryumdu.

Ardından gelen süreç ise tam anlamıyla mali egemenliğin devriydi.

Önce Rüsum-u Sitte İdaresi kuruldu, altı kalem verginin tahsilatı Galata bankerlerine bırakıldı.

Yetmedi.

Alacaklı Avrupa devletleri, kendi çıkarlarını güvence altına almak için 1881’de Muharrem Kararnamesi’ni dayattılar ve Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu.

Bu idare, sadece borçların ödenmesini değil, aynı zamanda devletin gelir kaynaklarının doğrudan kontrolünü de üstlendi.

Bu, bir imparatorluğun sadece parasını değil, itibarını da kaybettiği bir dönemdi.

1883’te Reji İdaresi’nin kurulmasıyla tütün, tuz ve kahve gibi hayati vergi gelirleri de yabancıların denetimine geçti.

Ekonomik bağımsızlık öylesine yok olmuştu ki, devletin kendi vergi gelirini toplama hakkı bile elinden alınmıştı.

Maliye, sadece bir tabeladan ibaretti artık.

Bu tabloyu anlatmak, Sultan II. Abdülhamid’i ya da o dönemin yöneticilerini topyekûn suçlamak değildir.

Ancak tarih, yalnızca parlatılmış yönleriyle değil, bütün gerçekliğiyle değerlendirilmelidir.

Aksi halde aynı hataları tekrar ederiz.

Bugün bağımsız bir mali yapıya sahip olmamızın altında yatan gerçek, Cumhuriyetin kurucularının bu enkazı devralıp sabırla, kararlılıkla yeniden inşa etmiş olmalarıdır.

Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Lozan Antlaşması ile Düyun-u Umumiye’ye son verip Reji’yi tasfiye etmiş, 1929 Dünya Bunalımı’na rağmen Osmanlı borçlarını pazarlıkla düşürmüş ve 1954’e kadar süren bu ödemeleri nihayet kapatmıştır.

Bir millete kendi kaderini tayin etme hakkını sadece silahla değil, mali bağımsızlıkla da kazandıran işte bu vizyondu.

Bugün geçmişi değerlendirirken, onu mitlerle değil, belgelerle ve akılla anlamak zorundayız.

Abdülhamid dönemi ne sadece bir zulüm yıllarıydı ne de bütünüyle “altın çağ.”

Ancak gerçek olan şu ki, o dönemde yapılan ekonomik tercihler, devleti iflasa sürükledi ve bağımsızlık alanını daralttı.

Bu gerçeği yok saymak, hatalardan ders çıkarmamıza da engel olur.

Ve belki de en çok bugünlerde, geçmişin bu derslerine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir